12 Haziran 2019 Çarşamba

İzleyerek Tanık Olmadığımız “Hiçbir Acı, Kahır, Utanç Kaldı mı?”*


Bir dizi izlemek farklı dünyaları buluşturma isteğidir kimi zaman… Annemizle ortak bir konumuz olsun diye beraber takip ettiğimiz diziler, çalıştığımız ofisteki herkesle konuşabilmek için izlediklerimiz, bir önceki kuşaktan akrabalarımızın geçmişi anlatabilecek duygu duruma eskiden izledikleri bir diziden bahsederek girebilmeleri… Hepsi bir buluşma çabasının ifadesi değil mi? Öyküleri takip etmek bizi çağlardır kendimizle ve birbirimizle buluşturuyor.

Tragedyalardan bugüne

Başlangıçta öyküler vardı. Şehrazad’ın canını kurtarmak için Sultan’a 1001 gece anlattığı masallar, Dede Korkut hikayeleri, Homeros’un mitolojik öyküleri… Anlatanın toplumsal bir derdi vardı ama giderek daha estetik hale getirilen, merak duygusunu gıdıklayan öykülerden aktarılan duygular ve yaşanan işitsel keyif öylesine öne çıktı ki zaman içinde anlatı sanatı gelişti. Öyküler, Antik Yunan’da Dionysos şenliklerinde amfi tiyatroda koro tarafından anlatılmaya başlandı. Buradan bugün bildiğimiz anlamda tiyatronun öyküsü gelişti. Korobaşının karşısına tek başına çıkan ilk oyuncu Thespis oldu. Onun ardından Aiskülos, sahneye ikinci oyuncuyu da ekledi ve maskelerle kostümleri… Çağdaşı genç yazar Sofokles, üçüncü oyuncuyu ve dekoru da dahil etti oyuna… Artık gelişme kaçınılmazdı.
Antik Yunan’da tiyatronun gelişimini bir insanın gelişimine benzeterek anlatmak, atılan adımların ne denli önemli olduğunu kavramamıza yardımcı olabilir.
Başlangıçta sadece koro vardı; koroyu bebek gibi düşünürsek, benzetmemizdeki bebek için durum şöyledir; “Her şey benim bir uzantım, tüm koro benim”. Sözcükleri ve sesleri ayırt edemeyen bebek için tüm sesler bu bütünden yani kendinden gelir.
Sonra bir oyuncu çıkıp koro ile konuşmaya başladı. Tek başına korodan ayrılan bu kişiyi anne gibi düşünürsek bebek için durum; “Annem benden ayrı biri…” Artık bebek, annenin sesini ayrı algılar. Koronun ortak sesi ve annenin sesi arasında bir karşılıklılık vardır ama diyalog yoktur.
Sahneye ikinci oyuncu eklendi. Bebek fark etti ki “Babam da var.” Artık ilişki kurulacak ötekinin varlığı kabul edilir ve kendini ifade etmek için olgunlaşan bebek çabalamaya da başlar. Bu adımda tiyatroya da benzetmemizdeki bebeğin yaşamına da öteki katılır ve diyalog başlar. İkinci oyuncuyla birlikte sahneye giren maskeler ve kostümler gibi bebeğin yaşamına da yüz ifadelerinin duygusal anlamları ve çeşitlenen roller girer.
Oyuna üçüncü oyuncu ve sahne dekoru eklendi. Bebek artık dış dünyanın farkına varmaya merak duygusuyla etrafı keşfetmeye, yargılar oluşturmaya başlar.
Üçüncüyü işe dahil etmeyi başaran çocuk gibi trilogları yani üçlü diyalogları kurgulayabilen oyun da ödipal sürece kadar geldiğine göre artık yola devam edebilirdi. Bu dönemde Antik Yunan tiyatrosu rekabeti, estetik kaygıları, heyecan duygularını, yaratıcılığı eğlenceli biçimde yansıtıyordu. İnsanların merakları çeşitlenmişti. Genç Sofokles, bu yıl Aiskülos’u yenebilecek mi? Euripides bu yıl nasıl bir eserle katılacak acaba? Daha iyisi mümkün mü? Merak gelişmenin öncül duygusu değil midir?
Gelişim, duraksama, geri gidişler olmaksızın düşünülemez, insan(lık) için gelişim düz bir çizgi halinde gerçekleşmez. Antik Yunan’dan tiyartoyu devralan Roma, kitlelere yönelik gösteriyi, arenalardaki cinayetleri izletmeye (Oysa Antik Yunan tiyatrosunda ölüm gösterilmez anlatı içinde çeşitli şekillerde ifade edilirdi) dek geriletti. Antik Yunan ve Roma arasındaki fark, temelde üretim ilişkileri zemininden ifade buluyordu. İkisi de köleci toplumlar olsa da Roma aynı zamanda döneminin en büyük emperyal gücüydü, zaman içinde sahnelere yansıyan bir çürümenin yönetsel ifadesiydi. Emperyal güçler, o günden bu yana sanatı kendi aracı haline getirme eğilimindedir. Roma’nın, Antik Yunan’dan devraldığı mitsel inançları ve o inançların sahnedeki yansıması olan oyunları terk etmesi çok zaman almadı. Antik Yunan’da başlayan geleneğin sonraki takipçilerinin en olgun yankısı yıllar sonra Sheakspeare’le İngiltere’den geldi. Günümüze Antik Yunan’dan tiyatronun kendisi Roma’dan mimarisi kaldı desek abartmış olmayız.
Bir yanda dinsel öykülerin kiliselerden, camilerden, havralardan anlatıldığı tek tanrılı dinler dünyası, yanı başında İslam, Yahudilik, Hristiyanlık öncesi inanışların, masalların halk içindeki öykü anlatıcılar tarafından aktarılan anlatısı, bir yandan çeşitli mücadelelerle varlığını sürdüren tiyatro, kapitalizmin egemen sistem halini almasına dek hikaye anlatıcılığı alanındaki egemenliklerini sürdürdü. Sonrasını takip etmek hızlı bilimsel, teknik gelişmeye uygun adımların sanatın içindeki izini sürmektir. Gazetelerden tefrika edilen romanları heyecanla okuyan insanların yaşamına radyo temsilleri ardından sinema, sonrasında televizyon dizileri girdi.
Sofokles’in yazıp, yönetip oynadığı sahne dünyasından, işbölümünün müthiş geliştiği (onlarca teknik iş, çeşitli konularda uzmanlaşmış pek çok danışman, oyuncuların kostümü, makyajı, dekor, dış mekan alanı da ayrışmış tanımlanmış işler) filmlerin ve dizilerin dünyasına geldik. Eskiden farklı grupların aynı öyküyü dinleyerek ya da izleyerek, bir anda, durumda, düşünce ya da duyguda buluşması olası iken şimdi her grubun çalıştığı, yaşadığı yerler ve izledikleri öylesine farklılaştı ki dünyaları da dönüşsüz gibi algılanan biçimlerde ayrıştı.

Benim dizilerim

Ne yazık ki yazacağım dizilerin içinde hiç yerli dizi yok. Oysa çocukluğumun gençliğimin dizilerinin önemli bir bölümü yerli yapımlardı. Çalıkuşu’nu kaç kez izledim bilmiyorum, Sıdıka, Yeditepe İstanbul, Şaşıfelek Çıkmazı, Avrupa Yakası, Çemberimde Gül Oya… Şimdi o sıcaklık ve samimiyette dizileri bulmak kolay değil. Çoğu yerli diziyi izlemeye başladıktan kısa süre sonra izlediğim bir yabancı (bu sözcükte pek durumu anlatmıyor ama Türkçe konuşulmayan diyeyim) diziden çalınma sahneler (esinlenme denemeyecek kadar net durumlarda ve hiç atıf yapılmaksızın) görüp aslı varken neden kötü bir uyarlamayı izleyeyim ki diyerek uzaklaşıyorum. Nadiren de olsa başarılı olabilecek uyarlamalarla da karşılaşmak mümkün olabiliyor. 2010 yapımı Karadağlar dizisi Karamazov Kardeşler’den esinlenerek yapılmıştı. Büyük ölçüde Erdal Özyağcılar’ın oyunculuğu sayesinde umut vaad eden bir başlangıç yapmış olsa da sürdürülebilir olamadı. Ancak Karamazov Kardeşler’deki atmosferi yansıtmak konusundaki başarısıyla beni şaşırttığını anımsıyorum.
Dizi karakterlerinin psikopatolojisi
Anti-sosyal karakterler, edebiyat ve sinema dünyası için oldukça ilgi çekici. İzlediğim dizilerden anti-sosyal karakter örnekleri ile başlayacağım.
Gizli varoluşuyla, yargı tarafından suçu ispatlanamayan cinayet faillerini öldüren bir seri katil olan, açık kimliğiyle, emniyette kan analisti olarak çalışan Dexter Morgan’ın ana karakter olduğu, 2006-2013 yılları arasında sekiz sezon yayımlanDexter, kuşkusuz dizi dünyasının en iyilerinden… Dexter’ın bir seri katil haline dönüşmesinin öyküsü, iki yaşındayken annesinin canice öldürüldüğü konteynerde, onun kanları içinde iki gün kaldıktan sonra Harry adındaki polis tarafından evlat edinilmesi ile başlar. Yıllardır cinayet masasında çalışan Harry, hayata böyle başlayan bir çocuğun öldürme dürtüsünü durduramayacağı sonucunu çıkararak Dexter’ın çocukluğu ve ergenliği dönemindeki gözlemlerinin de bu yargısını desteklediğini düşünür. Bunun üzerine üvey oğlunun asla içselleştiremeyeceğini düşündüğü yasayı “babanın kodları” olarak kabul etmesini sağlar. Dizi, Harry’nin ölümü ardından Dexter ve onunla aynı departmanda çalışan polis memuru kızkardeşi (dizi ilerledikçe dedektifliğe yükselen) Debra’nın hayatında olanları anlatır.
Dizi boyunca çoğu zaman sanrılarla görünür hale gelen, kimi zaman da bir iç ses olarak konuşan Harry’nin Dexter’la tartışmasına tanıklık ederiz. Dizinin tartıştığı sorular ebeveynlerin de psikoloji, psikiyatri dünyasının da tartıştıklarıdır. Harry’nin bir polis olarak yakalamak isteyip yakalayamadığı katillere duyduğu öfke Dexter’ı böyle yetiştirmesinin nedeni olamaz mı? Adaletin toplumsal olarak sağlanması fikrinden ümidini yitirmiş bir babanın gizli arzusu “Dexter’ın başka biri olması imkansız” yargısının arkasındaki gizi ifade edemez mi? Dexter’ın yaptığına topyekün yanlış demek mümkün müdür? Dizide sert polis olan ve kanuna uygun davranan eski kontrgerilla Doakes, kanuna uygun davrandığı için iyi, kanunun sınırları içinde davranmayan Dexter’sa kötü müdür? Bu soruları yanıtlamanın ve katil de olsalar insanların öldürülmekle kalmayıp doğrandığı sahnelerin gösterildiği bir diziyi izlemenin zorluğu ortada. Dexter, vicdan geliştirememiş anti-sosyal katilleri öldürerek kendisi gibi olan ama Harry’nin çizdiği biçimde bir çerçeveye bağlanmamış olan benzerlerini öldürür. Şairin “ancak bir benzerim öldürebilir beni” dizelerinde anlattığı gibidir durum. Görünürde kendisi gibi olanın aslında kendisi gibi olmadığını anlayarak ilerler Dexter. Arkadaşlık kurma, kardeş olma olasılıkları Dexter’ın ancak kendisinin yakalayabileceği ve kendisi gibi olduğunu düşündüğü kişileri bulup öldürmek zorunda kalması ile sonuçlanır. Acaba Dexter onlar gibi değil de onların karşısındaki kurbanlar gibi midir bir yandan? Babasının Dexter’a koyduğu anti-sosyal kişilik bozukluğu tanısı onun için bir kadere dönüştüğünde Dexter artık bir kurban olarak görülebilir mi?
Unutmayalım ki aynı sorular farklı eserlerde başka biçimlerde defalarca kurgulandı. Yaşar Kemal, İnce Memed’de köylüye zulmeden ağaları öldüren, otoritelerin eşkıya, suçlu dediği genç köylü İnce Memed’in öyküsünü anlatırken adaletin bireysel olarak sağlanmasının olanaksızlığını da anlatmıyor muydu?
Elbette İnce Memed’in zorunluluğu ile Dexter’ın kompülsif öldürme davranışlarını aynılaştırmadan düşünmeli ve ama biri yüzyıl önce Toroslar’da diğeri günümüzde Küba’nın yanı başında kollektif olanın reddi üzerine kurulu Miami’de yaşıyor olsa da (fazla kaptırdım kendimi, kurgulanıyor olsa da demeliyim) aralarında hiç mi benzerlik yok? İkisinde de topluluk ya da baba biçiminde ifade olan bir dış zorlama ile zorbayı öldürme görevini genç kişiye yüklemiyor mu? Kitlelerin bir önceki kuşaktan kişilerin ebeveyn veya yerine geçenlerin zorlaması…
Dexter’ın adaleti bireysel olarak sağlama iddiasını yaşama geçirme biçiminde izleyenleri en fazla rahatsız eden taraf cezanın ölüm olması değil öldürmenin biçimidir. İlkçağlardaki öldürme yöntemlerini çağrıştıran şekilde kurbanının çok yakınına sokulması, gözlerinin içine bakması, bıçakla öldürmesi ve ölüm sonrasındaki işlemlerin de gösterilmesidir. Oysa bireysel olarak adaleti sağlayan diğer sinema ve dizi karakterlerinden birer kahraman yaratılırken uzaktan silahla öldürme görüntüleri gösterilir, öldürmenin zorunluluğuna vurgu yapılır.
Komedi dizisi My Name is Earl, anti-sosyal bir karakterin araba çarpması sonucu ölümle karşılaşması ardından “tövbe” etme sürecini 2005-2009 yılları arasında süren dört sezonda anlatır. Yıllarca insanlara kötülük yaparak yaşamış olan Earl, tam da kendisine piyangodan büyük ikramiye çıktığı gün araba çarpması sonucu kolunu ve bacağını kırar. Hastanede yatarken televizyondaki bir talk show programından “karmanın işleyişi”ni dinler ve pragmatist bir bakışla hemen ikna olur. Başına iyi bir şey gelmesi için (biletin yeniden kendisine dönebilmesi için) yaptığı kötülükleri telafi edebileceği bir liste hazırlar. Geçmişte yaptığı bir şeyin telafisi için attığı ilk adımda dilediği özrün kabul edilmesi ardından piyango biletini bulur. Bunun üzerine listedeki tüm telafileri gerçekleştirmeyi hedefler, dizi boyunca her bölüm bir telafi ve listeden bir maddenin silinmesi ile sonuçlanır. My Name is Earl, anti-sosyal özellikleri ağır basan bir karakterin iyi bir insana dönüşürken etrafındaki eskiden kalma lümpen arkadaşlarının da hayatını dönüştürmesinin öyküsünü anlatırken mizahı başarıyla kullanır. Adaleti kendi yarattığı sorunları ortadan kaldırarak getirmeye çalışır karakterimiz. Diziyi izledikten yıllar sonra bu dizinin uyarlamasının “Hakkını Helal Et” adıyla gösterildiğini öğrendim. İzlediğim küçük bir bölüm olabilecek en kötü versiyonlardan birini bulmuş olabileceğimi düşündürmüştü.
2004-2012 yılları arasında sekiz sezon yayımlanan House M.D. dizisinde tipik bir narsistik kişilik anlatılmaktadır. Yetenekli ama sınırsız Doktor House, bir hastanenin tanı koymakla yükümlü departmanında üç kişilik ekibiyle çalışmaktadır. Sürekli “insanlar yalan söyler” sözünü tekrarlayan, karamsar, şüpheci doktor işini yaparken obsesif özellikleri öne çıkar. Yakın ilişkiler kurmak açısından anti-sosyal dizi karakterleri Dexter’ın ve Tony Soprano’nun oldukça gerisindedir. Örneğin, çalışma arkadaşlarına karşı genellikle son derece nazik olan Dexter’ın tersine son derece kaba biridir. Genellikle öfkelidir. Bacağındaki yoğun ağrıya çözüm bulunmaması onu daha da hırçınlaştırır, bağımlılık yapan ağrı kesici vacodin kullanımını sınırlayamaması, kişisel ilişkilerinde (tahmin edilebileceği gibi hemen tümünü iş hayatından kurar) ve iş yaşamında aldığı riskler nedeniyle işlerin sarpa sarması ardından altıncı sezonda psikiyatri kliniğine kaldırılır. Narsistik yanları törpülenemese de işlevselliğini tekrar kazanarak işine döner. Tanı koyma ve tedavi sürecini adeta bir dedektif gibi yürüten, insanlara güvenilemeyeceğine dair inancını doğrulayacak biçimde çalışan ve kanıt üreten Dr. House, ironik biçimde insan hayatı kurtararak sağladığı narsistik kazanç üzerinden kendisini var eder.
Narsistik karakteri son derece başarıyla anlatan komedi dizisi ise 2009-2013 yılları arasında yayımlanan Eastbound and Down’dır. Dizide, bir zamanlar başarılı bir beyzbol oyuncusu olan Kenny Powers’ın artık beyzbolu bıraktığı  30’lu yaşlarından itibaren yaşadıklarını son derece eğlenceli biçimde anlatılır. Hala kendisini, ünlü ve önemli biri olarak algılamaya devam eden Kenny’nin dışarıdan görünen gerçekliği ile kendi algısı arasındaki farkın mizahi bir dille anlatımı bize etrafımızdaki “başarısız” olmuş narsistik kişilikleri gülümsemeyle anımsatır.
2011’den bu yana yedi sezondur gösterilen Homeland dizisinin ana karakteri CIA ajanı Claire Mathison, bipolar tanısı almıştır. Günümüzdeki politik gelişmeleri senaryosuyla takip eden dizi, Amerika içindeki çeşitli güçlerin mücadelesinin CIA içindeki yansımalarını anlatır. Claire, bir yandan çeşitli ülkelerde son derece kritik görevleri yerine getirirken diğer yandan da hastalığı ile uğraşmaktadır. Bazen ilaçlarına erişim sağlayamaz. Geçirdiği manik ataklar nedeniyle gerçeklik algısı bozulduğunda izleyiciyi de şüphe içinde bırakır. Diziyi izlerken, kimi duygusal hassasiyetleri olan Claire’in farklı rollere ve kimliklere bürünme ve bu konuda son derece ikna edici olma, pragmatist biçimde insan kullanma, paranoid ya da büyüklenmeci düşünceler geliştirme açısından uygun zemini sunan ajanlık mesleği ile patolojisi arasındaki ilişkiyi “yumurta mı tavuktan çıkar tavuk mu yumurtadan çıkar” ikileminden izlememizi sağlar. Öyle ki Claire’in en hasta olduğu, atağının zirvesinde olduğu anlar, içinde bulunduğu politik gerçekliği en iyi kavrayabildiği anlardır çoğu zaman… Dr. House için mesleğini yaparken narsistik yapılanmanın işlevsel hale gelmesi gibi Claire için de hastalığı ajanlığı için işlevsel olmuştur.
2017 yılında yayımlanmaya başlayan ve umuyorum ki devam edecek olan Babylon Berlin (son dönemde izlediğim en başarılı yapım), 1929 buhranı dönemi Almanya’sında geçiyor. Dönemin Almanyası, faşist hareketin hızla güçlendiği, SSCB’den bağımsız sosyalistlerin toplandığı, sosyal demokrat hareketin devlet katında alanını genişlettiği ve tüm bu güçlerin aktif biçimde birbiriyle çatıştığı bir ülkeydi. Babylon Berlin, bu güçlerin tamamını son derece gerçekçi ve etkileyici biçimde anlatmayı başarır. Dizinin ana karakteri olan sosyal demokrat polis Gereon Bruch, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından travmaya bağlı semptomlarla uğraşan ve bunu gizlemeye çalışan pek çok kişiden biridir. Savaştan dönenler üzerindeki travmatik izler, konunun dönemdeki öyküsü ve konuyla ilgili ülkede yürütülen psikanalitik çalışmalar dizide başarıyla anlatılır.
2007 yılından bu yana yayınlanan The Big Bang Theory’de asberger karakter Sheldon’un etrafında gelişen komik olaylar anlatılır. The Night Of, 2016 yılında yayınlanan dokuz bölümlük bir mini dizidir. Burada bir cinayet davasında şüpheli olarak yargılanan Nasir ile avukatı Jack Stone arasındaki ilişki anlatılır. Pek çok açıdan tipik bir kaybeden karakter olan avukatın bu davadaki çabası, kendini sabote edişleri ile uğraşını izleriz. Bu arada en çok ayaklarında olan egzama yaralarıyla da uğraşmaktadır. Sorun hayli psikosomatik görünür. Avukat Jack Stone rolünde John Turturro çok başarılıdır.

Psikoterapist niyetine diziler

Kimi yerli aile dizilerine gözüm takıldığında aile üyelerinin, duygularına, düşüncelerine dair farkındalıklarını, ifade etmedeki ustalıklarını görünce şaşırıyorum. En zor konuları bile öylece konuşuveriyorlar, duygusal anlamda kendilerinin de dahil olduğu konularda olaylarla eşzamanlı anlam çıkarıyor, ifade ediyorlar. Oysa kendi anlam dünyasını üreten bir kurum olarak aile içinde, fark etmek, anlamak, anlatmak o kadar da kolay değildir çoğu zaman. Ailenize ve kendinize dair değerlendirme yapıp tespitler üretebilmek yıllarca süren terapi çalışmalarını ve de/ya da pek çok yaşam deneyimini ve onlar üzerine uzunca düşünmeyi gerektirir genellikle.
Bu formun başarılı örneklerinden sayabileceğimiz iki dizi önereceğim. İlki Six Feet Under, 2001-2005 yılları arasında beş sezon yayınlamdı. Dizinin ana karakterleri Fisher ailesi üyeleridir. Ailesini terk edip uzaklara giden evin büyük oğlu Nate, babasının cenazesi için geldiği aile evinde yaşanan sorunları adım adım çözerken kendini oraya yerleşmiş bulur. Anneleri Ruth, kız kardeşi Claire, erkek kardeşi David arasındaki ilişkileri izlerken ailenin işlettiği cenaze evine defin için gelen başka ailelerin öykülerine de tanıklık ederiz. Ailenin en muhafazakar üyesi olan David, eşcinselliğini; anne, babaları hayattayken başka bir adamla ilişkisi olduğunu, kız kardeş, madde kullandığını gizlemektedir. Zamanla sırlar bir bir çözümlenir. David rolünde daha sonra Dexter rolünde izleyeceğimiz Michael C. Hall oynar. Oyuncu o denli başarılıdır ki iki karakter izleyici açısından hiç bir biçimde birbirine karışmaz. Aile içi ilişkileri başarıyla anlatan bu dizideki diyaloglar çoğu zaman abartılı bir duygusal ve düşünsel farkındalık içerir. Adeta olası senaryolar üzerinden bize “iyi” ilişkiler kurmak için yapılması gerekenleri göstermektedir.
Dizideki olumsuz (çünkü her durumda mutsuz) karakter, Nate’in sevgilisi Brenda çeşitli aşırılıkları olan psikiyatrist anne-babanın çocuğudur. Aslında hiç bir zaman “aile” olamamaları ve Brenda’nın çocukluğudan itibaren psikologlar, psikiyatristler tarafından fazlaca “kurcalanmış” olması anlatılırken olmaması, yapılmaması gerekenler dizi tarafından tarif edilmiş olur.
Bu dizinin bir benzeri 2010-2015 yılları arasında altı sezon yayımlanan Parenthood’dur. Dizide Braverman ailesinin yaşamı, sorunları birlikte çözme gayreti anlatılır. Bu dizinin baş rolünde Adam Braverman karakterini canlandıran Peter Krause’yi, aynı zamanda Six Feet Under dizisindeki Nate rolünden de anımsarız. Oynadığı bu iki karakter oyunculuk açısından da birbirine oldukça benzerdir.
Six Feet Under’da çeşitli bağımlılıklar, sınır kişilik organizasyonları, yakın kaybı ve yas adıyla ders verircesine anlatılırken Parenthood’da özellikle Adam’ın oğlu Max üzerinden asberger tanısı alan çocuklara ilişkin bilgi verilir.
Keyifle izlenebilen oldukça bilgilendirici diziler olsa da yakınlığı aile olmak üzerinden tanımlayan, aile dışından olanları net olarak ayıran, diyalogları terapistler tarafından olması gereken biçiminde yazıldığı belli, abartılı farkındalıklar içerir. Bu haliyle terapistlerin dizide birebir görünürlüğü az ve silik olsa da fondaki varlıkları sürekli hissedilir.
2010-2014 yılları arasında dört sezon yayımlanan Raising Hope dizisi, yoksul Chance ailesine torun Hope’un katılması ile yaşananları anlatan son derece başarılı bir mizah dizisi. Alzheimer hastası büyükanne Maw Maw’ın evinde yaşayan temizlik işçisi Virginia, eşi havuz temizlikçisi Burt ve bir markette çalışan oğulları Jimmy’nin hikayeleri, bebek bakımından, alzheimera, fatura ödemekten yemek yapmaya dair gündelik hayatın pek çok sorununa sınıfsal olarak dünyanın çoğunluğunu oluşturan ama dizilerde ve sinemada nadiren görünen insanların bir işçi ailesinin yaşamından anlatıyor.
Dizilerden psikoterapist örnekleri
Gabard ve Gabard, Sinema ve Psikiyatri kitabında filmlerde tiyatro oyunlarında ya da sinemada arka plan bilgisinin verilme biçimlerinin zaman içinde nasıl değiştiğinden söz ederken iletişim teknolojisinin yokluğunda iki hizmetçinin büyük evin sırlarını konuştukları sahnelerle verildiği geçmişten, telefonun arka plan bilgisinin verilmesi için kullanımından ve zaman içinde bu işlevi sinemadaki psikoterapistlerin yüklendiğinden söz ederler. “Kişiliksiz yüzü olmayan psikiyatrist, olay akışını hızlandıran psikiyatrist, egemen ideolojinin sözcüsü psikiyatrist ve de bastırılmış bir çocukluk dönemi travmasını yeniden canlandıran psikiyatrist…” dizilerde de her türünü görmek mümkün.
2008-2010 yılları arasında üç sezon yayımlanan In Treatment’da terapi odası, arka planın aktarıldığı yer olmaktan çıkıp gerçek öykünün mekanına dönüşür. Verilmesi gereken, merak uyandıran arka plan bilgisi terapistin özel yaşamına ilişkindir artık. Bu bilgi, telefon konuşmalarıyla, telesekretere bırakılan notlarla, ana karakterimiz psikoterapist Paul’e süpervizyon desteği sunan Gina’nın terapi odasında konuşulanlarla aktarılır. Başka dizi ve filmlerde bilgi vermek için yararlanılan terapi odası bu diziyle anlatılan öykünün merkezine oturur. Her bölümde bir seansı izlerken, danışanların dirençlerini, ilerlemelerini ve geri adımlarını gözler, dikkatle terapisti takip ederiz. Bu bölümler, pek çok katmandan düşünmemize olanak sağlarken, hem Paul’ün odasında gerçekleşen aktarım ve karşı aktarımları hem Gina’nın odasına yansıyanları, Paul ve Gina’nın bireysel yaşamından seansa kadar gelenleri gözleyebiliriz.
Terapistin baş karakterlerden birine dönüştüğü dizilerden biri de 1999-2007 yılları arasında yayımlanan The Sopranos’tur. Dizinin başkarakteri İtalyan kökenli Amerikalı Tony Soprano’nun terapist Jennifer Melfi ile seansları dizinin önemli bir bölümünü oluşturur. Tony Soprano, mafyanın başına geçmesinin hemen öngünlerinde bir panik atak nöbeti geçirir. Bu durum öğrenilirse diğerleri önünde güçsüz düşeceği için hemen bu “hastalık”tan kurtulmalıdır. Terapisti ile ilişkileri işte böyle başlar. Melfi’de Tony gibi İtalyan kökenlidir, seanslar kendisini ve meslektaşlarını şaşırtan biçimde yıllarca (kimi zaman uğradığı kesintiler bir yana) sürer. Meslektaşları, Jennifer için endişelenirken bir yandan da aralarında anti-sosyal bir kişinin terapiye yanıt verip veremeyeceğine dair tartışmalar da sürer. Jennifer Melfi, her şeye karşın Tony Soprano ile kurduğu bağa inanmayı sürdürmektedir, ödemek zorunda kaldığı tüm bedellere karşın yıllarca onu bırakmaz. Ancak Tony’nin yaşamındaki riskin arttığı dolayısıyla onun da sertleşmesinin gerekeceği bir dönemde artık Tony’nin gidişatını daha fazla durduramayacağını anlayarak seansları sonlandırır. Melfi, Tony ile ilgili çabasını mafyasındaki en güçlü olduğu günlerin sonlarına dek altı yıl boyunca sürdürür. Son derece gerçekçi biçimde anlatılan bu terapi ilişkisini izlerken yıllar boyunca ikisinin de tüm zorlanmalarına karşın o ilişkide kalma konusundaki çabalarına tanıklık ederiz.
Dexter’daki iki bölümde de terapist sahneleri ile karşılaşırız. İlkinde iş hayatında başarılı olan kadın danışanlarını planlı biçimde intihara sürükleyen bir erkek terapist hakkında bilgi toplamaktadır. Bu sürecin bir parçası olarak randevu alıp iki defa terapiye gider ve samimi biçimde güncel ilişki sorunlarını anlatır. Bölümün sonunda terapisti öldürse de seanslardan faydalanmıştır. İkinci kez  karısıyla birlikte çift terapisine gittiğinde bir ruh sağlığı uzmanı ile karşılaşır. Bu seanslarda tıpkı Tony Soprano gibi, anlattığı konunun ana içeriğinden uzaklaşarak ve kabul edilemez olduğunu çoktan öğrendiği düşünce ve duygularını saklayarak var olur.
Komedi dizisi Two and a Half Men, 2003-2015 yılları arasında on iki sezon yayımlandı. Dizinin ana karakterleri olan Charlie Harper ve onun olanaklarıyla hayatını sürdürmeye çalışan kardeşi Alan Harper, düzenli biçimde değil ama çok zorlandıklarında bir terapistten yardım alırlar. İkisi de aynı terapiste gider. Dr. Linda Freeman’la ilişkilerinde de iki kardeş arasındaki ilişkide olduğu gibi para çok görünürdür. Davranışlarının olası nedenlerine, duygularına ilişkin farkındalığı son derece sınırlı olan ikilinin terapiye gittikleri bölümler dizinin en komik sahneleri arasında yer alır. Terapistin söyledikleri ve onların anladıkları arasındaki fark, özellikle anneleri Evelyn ile bitmeyen, son derece görünür biçimde varlığını sürdüren ödipal meseleleri ile ilgili espriler hayli eğlencelidir.
Dizilerdeki kadınlar/Kadınları anlatan diziler
2013’ten bu yana altı sezondur yayımlanan Orange is the New Black dizisi bir kadın cezaevinde geçer. Çok sayıda ana karakteri gerçekçi biçimde yaratması konusunda başarılı bir yapımdır. Bu diziden önce 2005-2012 yılları arasında yayımlanan Weeds dizisinden bildiğimiz Jenji Kohan imzasını taşır.
2005-2012 yılları arasında yayımlanan Avustralya yapımı Miss Fisher’s Murder Mysteries, 1929 yılı Avustralya’sında geçer. Baş kahramanımız Phryne Fisher, dönemin feministlerinden, çok zeki ve becerikli, çapkın bir dedektiftir. Keyif ve merakla izlenebilen dizi, kadınları güçlendirici özellikleriyle öne çıkar.
2010-2013 yılları arasında üç sezon yayımlanan Big C dizisinde kanser olduğunu öğrenen Cathy’nin  hastalığıyla mücadele ederken tüm yaşamını gözden geçirmesi, hayatında pek çok değişiklik yapması süreci mizahı da barındıran bir dille anlatılır. Üzüntü, hüzün duygusu ve yoğun kayıp endişesi  dizi boyunca hissedilir. Bakış açısı ve işlenişiyle Big C, kadın bakış açısıyla çekilmiş dizilerin iyi örneklerindendir.
Erkekler dünyasının anlatıldığı dizilerde geri plandan süreçleri yöneten şeytanlaştırılmış kadın karakterlere de sıklıkla rastlanır. Biz de Muhteşem Yüzyıladıyla bir benzeri çekilen 2007-2010 yılları arasında dört sezon yayımlanan The Tudors dizisindeki Mary Tudor karakteri bunlardan biridir. Bununla birlikte dizi İngiltere ve dünya tarihi açısından oldukça önemli bir dönemi anlatması bakımından başarılıdır.
2009-2014 yılları arasında yedi sezon yayımlanan ve tam bir erkek dizisi olan Sons of Anarchy’de aynı adlı yasal olmayan işler yapan bir motorsiklet çetesinin liderinin eşi ve çetenin ikinci adamının annesi olan Gemma karakteri de şeytanlaştırılan ve erkekler dünyasında bu biçimde kendisini var eden kadınlara bir örnektir.
Sonuç olarak
Kurgusal karakterleri izleme, izlediklerimiz üzerinden kendimize, etrafımızda olup bitene dair düşünme ve hissetme sürecini Antik Yunan’da tiyatronun gelişim öyküsünden bir anoloji kurarak anlatmaya başlamıştım. O dönem Atina’da yapılan yarışmalarda birbirinden önemli eserler yarışıyordu onların pek çoğu günümüze kalamadı. Birinci ya da ikinci olan oyunlar dışındaki eserlerin ve yazarlarının çoğu hakkında hiç bilgimiz yok. Bildiğimiz yazarlarınsa eserlerinin önemli bir bölümü kayıp. Sadece Sofokles’ten örnek verecek olursak yazdığı aktarılan 123 eserden yalnızca 7’si günümüze kalmıştır. Bahsettiğimiz dizilerden, bugün yazılanlardan, çekilenlerden geleceğe neler kalacak? Kayıtları dursa bile izlenmeye, okunmaya devam edilecek olanlar hangileri olacak? Bunu zaman gösterecek. Yüzüklerin Efendisi yazımda Tolkien’den yaptığım alıntının bir kısmını tekrarlamak istiyorum; “Bir yazar elbette yaşadığı tecrübelerden tamamen etkilenmeden kalamaz. Fakat bir hikâye tomurcuğunun hangi tecrübeleri gübre olarak kullanacağı çok karmaşıktır ve bu süreci çözmeye çalışmak yetersiz ve belirsiz tahminlerden öteye gidemez.” Sofokles’in kaybolan eserlerinin de o zaman yazılıp yarışmalara katılan ve varlığı dahi unutulan diğer oyunların da hangi eserlere gübre olarak günümüze ulaştığını bilmiyoruz ama varolan hiç bir şeyin mutlak biçimde yok olacak denli izinin silinemediğinin farkındayız. Genellikle geçicilik atfedilen dizilerin de…
*Sofokles’in Antigonesinde yer alan şu dizelerden uyarlanmıştır:
“Babamız Oidipus’un mirası
Yaşarken tatmadığımız
Hiç bir acı, kahır, utanç kaldı mı?

11 Haziran 2019 Salı

Tatil notlarım.
Not 1; Tarlalar nadasa makineler dinlendirmeye, isciler yollara... Her zaman çok çalıştım. Bence çalışkandım annemlere, eşe dosta sorsan hareketli ya da sosyal derlerdi. Bu çalışkanlığın durmaktan kaçınmakla ilgili yanları da vardır muhakkak ama iyicil amaçlarım oldu, gören gördü göremeyen göremezdi. Beni sürekli hareket ederken görenlerin değişik türlü agresyonlarina ve oturdukları yerden attıkları çelmelere maruz kaldığım da çok oldu. Genellikle kötülükten çiğlikten sığlıktan uzaklastim görmek bile yetiyordu incinmeme. Kendimde görsem de giderdim hemen üzerine. Neyse yaptığım iş çalışma biçimim profesyonellestikce -ki bunun yabancılaşmayı beraberinde getirdiğini bilirdim hala da inkar etmiyorum- tatile ihtiyaç duyar oldum. Bazen dinlenmesi gereken bir makine gibi... Çalışan milyarlarca insan gibi... Neyse bu vesileyle tatil ihtiyacı duydum. Olası en insansız tatili 4 günlük olarak tasarladım. Olası en insansız tatil Bolu'da mümkün olabilir miydi?
Not 2; O da ne internet ve telefon çekmiyor! Muhteşemdi. Ulasilamadim ulaşamadım eskiden böyle olunca acayip korkardım insanların dünyasında kentte bir şey olacak da ben kaçıracağım diye... Haydi adını koyalım bir toplumsal hareketliliği kaçırmaktan misal. Bir kez Bozcaada'ya gitmiştim de nasıl suçluluklar... Anladim artık öyle değilim. Haberler en son merak ettiğim şey oldu. Bu biraz hüzünlü bir farkındalık tabii. Bu arada telefon çekmiyordu ama hoca camiden ezanı okumadan önce telefon tuş sesi geliyordu. Köy camilerindeki bu ses ne ki... Şifre mi 3578 ezan 9873 sela gibi. Bilemedim ama köyde ezan sesi bir nostaljik seda benim için... Köyüm ve oradaki herkes her şey... Büyük sessizliğin bölünüşü. Bugün olduğum kişi olmaya karar verdiğim yer... Kimlik anlamında tabii...
Not 3; Taşra sıkıcılığı yalnızca filmlerde var! Evet taşra hiç sıkıcı değil. Uzaktan görünen arabaya yaklaşana kadar öylece bakmak, kırlangıç yavrularının büyümesini, çileklerin kizarmasini, ihlamurlarin sararmasini beklemek hiç sıkıcı değil gerçekte. Ya da bu defa ben hiç sıkılmadım. Biraz da öyle yasamaya umarım vaktim olur.
Not 4; Tabii oraya işsiz gitmedim. Yanımda bir sürü kitap. Anna Karenina hakkında yazıyordum. Tolstoy hakkında aşk hakkında kitaplarım vardı. Aşk hakkında olanlara şöyle bir bakıp bıraktım. Kendi dagarcigimla yetinecektim. Tolstoy hakkında okudum epey. Onun köylücülüğünü ve Levin karakteri ile sunduğu toplumsal kurtuluş yolunu eleştirirken bir yandan oradaki kırdaki hayata dahil olmanın hayalini kuruyordum. Çatışmalı bir durum değil gayet açıkça ikisi bir arada mümkün yani hem kırda yasamak istemek hem toplumsal dönüşümün kentten sağlanacagini düşünmek... Ama sevimli bir gerilimdi. İşte böyle şeylerle eğlendim bir de kurbağalar yılanlar yusufcuklarla...
Not 5; Edebiyatla anlatmak seçtığim yol ama orman sinemada ne güzel anlatıyor. Trier'in Anti-Christ'teki köklerinin benzerini buldum ektedir. Daha güzelleri muhakkak vardır daha sonraki orman gezilerime artık...
Orman muazzam bir kaynak çok besleniyorum her zaman...
Gevezelik uzun sürdü dönüş yolundayız. Nerede kalmıştık? Tamam tamam biliyorum...

22 Nisan 2019 Pazartesi

KÖYLÜLÜK   
Güzel bir gün geçirmiştim oysa... Ama bu ülke bir "kursakta bırakma" ülkesidir. Aslında bu dünya da böyledir. Yediğin, içtiğin kursağında kalır, gülüşün yüzünde donar. 
Haberleri gördüm. Sri Lanka'da 180'den fazla kişinin ölümüne neden olan 8 ayrı yerde patlayan bombalar kuşkusuz günün en can yakanı...
Ve Kılıçdaroğlu'na yönelik saldırı. Daha bu sabah 2 yıl öncesinden paylaşmıştım gülümseyerek Kılıçdaroğlu'ndan da bahsetmiştim orada... Bu sabah düşünmüştüm yeniden onun hakkında...Sonrası hepinizin bildiği saldırı haberi... Elbette yaşanan olay ne tesadüften ibaret, ne nefret dolu köylülüğün kendini tutamayışı... Köylülük demek kendini tutmak demek bir yandan... Komşusu uyurken çitini santim santim öteye taşıyıp toprağını genişletmek demek bazen... Bir kini bin yıl biriktirmek egemenlerin "haydi yürü" ya da "gözümü kapattım" dediği anı beklemek çok zaman... Tersine döndüğü de olmuş bazen tarihte... Topraksız köylüler, yoksul köylüler, tarım işçileri bir yana... Minnacık parçalara bölünen topağın yoksulluğundan habersiz kendini feodal bey sanan egemen kimlikli köylülük diğer yana... Bey karikatürleri...
Ah bunca korkunç iş, bunca nefret, arkadan iş çevirme, linç... Daha ne kötülük olsun istersiniz... Dahası yok. Hepsi şirin mi şirin köylerimizde...
Ankara'nın köylüğünde 20 yıldır neler oluyor bi bakmazsak başımıza daha çok iş gelecek korkarım. Çubuk'ta neler dönüyor, diğer köylerde neler oluyor bakmadan, büyükşehir belediyelerindeki değişiklik onların yaşamında nasıl bir farklılık yaratacak, yaratmalı görmeden, üzerine düşünmeden olmayacak... Sadece bir gezmeniz yeter civarı gördükleriniz başka bir ülke gibi olacak... Gördükleriniz içinizi titretecek... Turistik kent merkezlerinin dışı, Ankara'nın İstanbul'un çeperi ihmalden örümcek bağlamış karanlık çatı katları gibi... Yıllardır girilmemiş mahzenler gibi... Kim girecek, kim bakacak? Kılıçdaroğlu bugün denedi. Vazgeçmemeli, gerçekten bir milim bile geri çekilmemeli...
CHP kitlesinin İstanbul'da ve Ankara'da geri çekilmeyeceğiz diye haykırması günün anlamlı haberi oldu bir yandan...21042019
Ilkokul 1deydim. 23 nisanda kar yağmıştı. Kös kös eve dönen kostümlü çocuklar anımsıyorum. Ben oyunda değildim. O da ayrı hüzünlü durum. 
Şimdi kızım ilkokul 1'de... Haftalardır hazırlanıyorlar incecik kıyafetler alındı çocuklara. Dışarıda kar yağıyor. Garip bir tekerrür gibi durum.
Gülümsüyorum.
Ama bir yandan öncelikle tanıyıp bildiklerim olmak üzere ağaçları düşünüyorum. Umarım dayanirlar.20042019
ÜLTİMATOMCU 

Şaşkınlıkla izliyorum. Bunca ültimatomcu dil yüreğimi sıkıştırıyor. Seçmen nasıl hissetmeli, nasil davranmali, hangi parti hangi tavrı almalı, kendisinin üye bile olmadığı örgütler nasıl davranmalı? Konularında direktifler veren bunca paylaşım nasıl bir kaptırma, kendi gerçeğinden uzaklaşma üzerinden yapılıyor. 
Yorularak izliyorum. Herkes kimin ne hissetmesi ve ne düşünmesi gerektiğine nasıl karar veriyor? Yeri gelince gerçek ne ki görelilik falan üzerine öğrendiği alıntıları sıralayıp günü gelince de herkesin bir düşüncede bir duyguda birleşmesini buyuruyor.
Belki var ya, tek bir eyleme bile gitmemiştir, binlerce insanin coskuyla attigi bir sloganda birlesmeyi tatmamistir, belki var ya, kendi çıkarıni bireysel yararını oncelemeden bir işin ucundan tutmamıştır.
"Gülemiyorsun ya gülmek bir halk gülebiliyorsa gulmektir" diyor sair ne guzel diyor, oysa bizde halk ağlasa küçümseniyor, baş edemeyip hasir altı etse bunca haksızlığı ofkeleniliyor, gülse hemen ciddiyete davet ediliyor, hangisine icabet etsin. Hicbir duyguda birleşemiyor kendini aydın sayan halk saydigiyla...
Üzüntüyle izliyorum. Bir başka kisiyi bir baska grubu degersizlestirmek ya da yapilan bir yüceltmeyi ortadan kaldırmak dışında söz üretme motivasyonu olmayanları... Kendi sözü bir degillemeden ibaret olanlari...
Aslında biliyorum çok değiller sadece renkleri hakim devir onları vurgulu gösteriyor geçecek biliyorum sabırla biriken, hangi durumda kime hangi dilden konusulabilecegini bilen iyicil kollektif güç hareket kazanacak kendi rengini zemine yayacak... Düşlüyorum o halde hakikati de güçlü bir olasılık olarak var olacak.18042019
Ilkokuldayken ne çok Ömer Seyfettin okurduk. Evde de Dostoyevski'nin Tolstoy'un birkaç kitabı vardı. Çocuk kitabı olarak da nerede bugünlerdeki bolluk. Bir yandan da bizim evde birçok eve göre epey kitap var... Daha o yıllarda Uğur Mumcu'nun Çıkmaz Sokak bir de Sakıncalı Piyade kitaplarına kaç kez başladım bir ders kitabı gibi okumaya çalıştım. Dostoyveski'nin Delikanlı romanında altını çizdiğim yerleri görünce "zavallı cocuk" diyorum kendime. Ulasabildigimiz kitaplarin bir bölümü yasimiza uygun degildi ama okumak bir tutkuydu hiç geçmedi. Kemalettin Tugcu'lar konusuna hiç girmeyim ya da şöyle hala sakladığım bir kitabı var Bekcibaba. Okuma yarışması ödülü olarak vermiş ogretmenimiz. Seyfettin'in öyküleri çok akılda kalıcı oldu benim için Tugcu'nun kitaplarındaki olayları unuttum ama işte hep kahır keder... O duygularda işlemiyordu galiba bize... Neyse ki diyeyim neseliydik.
Nereden nereye geldim. Bu kelebeği bugün gördüm. Fotoğrafını çektim aynı tür kelebeklerden dün de görmüştüm. Her bahar aynı hikaye geliyor aklıma. Bir Ömer Seyfettin öyküsü. Adını tam bilmiyorum belki Kelebekler'dir... Sanki bir büyü bozulacakmış gibiydi tekrar okusam, okumadım ilkokuldan beri... Hikayenin anısı ve duygusu şöyle kaldı. Bir grup kadın bahçede el işi yaparken kelebekler uçmaya başlıyor. Bu yıl görecekleri ilk kelebeğin renginin o yılın nasıl geçeceğini söyleyecegine nanıyorlar. Sarı kelebek hastalıktı galiba ölüm de vardi sanki ama onun rengini unuttum. Bu inanış üzerinden kadınların hayat öyküleri anlatılıyordu bir yandan da ülkenin içinde bulunduğu zor durum. Nasıl inanmıştım onlarla birlikte kelebeklere... Yine yaşıma uygun olmayacak yetişkin yükleriyle dolu bir öyküydü ağırdı ama sevmiştim. Her bahar gördüğüm ilk kelebekte kaderini ellerine almakta zorlanıp fallardan medet uman kadınlık halleri ve Seyfettin öykülerinden yansıyan bir ürperme geliyor sonra kanatlanan kelebekle uçup giden hüzün yerini baharın canlılığına bırakıyor sarı kelebekler bile hayati simgeliyor.
Kelebekler kısa omurlerine rağmen sürekli akan değişen hayati bize anlatıyor çocukluğumuz kasvetli öykülerin yükünü sirtlanmakla geçmiş olsa bile...
15042019
Yıllar önce Gulhane Parkina gidip de ceviz ağacı bulamayınca ama Nazim "Ben bir ceviz agaciyim gülhane parkında ne sen bunun farkındasın ne de polis farkinda" diyordu diye sordum hayalkirikligiyla. Tam sorum bitince anlayıp "ahaa" dedigim anda idris de "burada ceviz ağacı yok zaten" demişti gülümseyerek... işte öyle bir şey... "Ben de bir ceviz agaciyim gülhane parkında"... yagmur damlasina donusup yere inerken gökyüzü, bakıyordum ağaçlara bakıyordum hayranlıkla çok içten dedim "keşke bir ağaç olsaydim" sonra işte bu dizeler geldi aklıma. Dedim belki de öyleyim...
Ceviz kokusu... Yeşil ceviz kokusu...
Not: gülhane parkı çok özel bir parktir bende...
Fotoğrafsa odamın penceresinden baktigim arkadaşım vişne ağacının şimdi bulunduğum yerden görünümüdür.
13042019